11 Aralık 2013 Çarşamba

Gün #11 - İlk İşim

Yazmaya neredeyse, üniversiteden mezun olunca bütün kariyer sitelerine üye olup her dakika yeni bir şey var mı diye bakarak geçiyordu, diye başlayacaktım. Halbuki ilk işim mezun olduktan 3 ay sonra başladığım iş değil.
 
Yedinci sınıfı, orta iki, bitirdiğim yaz annanemin mahallesindeki bir tanıdığımızın iç çamaşırı tezgahında kadın iç çamaşırı satmıştım.
 
Bizim orada pazar salı günleri kurulur. Çocukluğumdan beri tanıdığım Bekir abimin pazarda çamaşır sergisi var, hâlâ var. Anneme "Senin kız gelip sergide durur mu?" diye sormuş. Yaz tatilinde yapacak bir şey de olmadığından ben de kabul etmiştim. Salı sabahları erken kalkıp daha kurulurken pazara gidiyordum. Sergiyi yerleştirdikten sonra yavaş yavaş müşteriler gelmeye başlıyordu. Ben kadın iç çamaşırlarının olduğu bölümden sorumluydum tabi. Gelenlerin istediği bedenleri bulmalarına yardımcı oluyordum. Parasını al üstünü ver, dağılan yerleri yeniden düzenle... Arada sırada çaycı gelir çay getirir, boşları alır. Ben çay içmem bazen oralet getirirlerdi bana. Öğlenleri ekmek arası döner, sırayla yenir.
 
En çok akşam hava kararmaya başlayıp da sergiyi toplamayı seviyordum. Gün bitti diye değil de her şeyi toparlayıp yerli yerine kasalara koymak hoşuma gidiyordu. Pazar çok hareketli ve dağınık bir yer sanırım kafam da yoruluyordu. Güzel bir deneyimdi, harçlık da kazandım bütün yaz.
 
Pazarda olmak pazarcılık çok ilginç bir ortam. Biz sadece kendi gittiğimiz pazarı görüyoruz ama aslında o insanlar haftanın her günü başka bir yerde sergi kurup satış yapıyorlar. Mesela bizim sağ yanımızda Susurluk'tan gelen bir sergi vardı.
 
İlk, yani şimdiki, profesyonel işime kadar pek çok işlerde çalıştım. Farklı tecrübeler insanı olgunlaştırıyor, büyütüyor.

5 Aralık 2013 Perşembe

Gün #5 - İnsanaslan Kral

Bir gün iki kız üç erkek arkadaş çok az kişi tarafından bilinen bir ülkeye düştüler. Düştüler diyorum çünkü aniden yerde açılan gizli geçitten içeriye düşerek bu ülkeye vardılar. Bu çok sert bir düşüş değildi. Havanın sürtünmesi dışında bir güç boşlukta hızlanmalarını engellemiş ve yere çakılmamalarını sağlamıştı. Yüzlerindeki şaşkın ve korkmuş ifadelerle düştükleri yerden ağır ağır kalktılar. Etraflarındaki kırmızı toprağa ve yerden ara ara ot gibi bitmiş sivri uçlu kayalara ürkek ürkek baktılar. Kimse ağzını açıp bir soru soramıyordu çünkü konuşursa ve karşısından da bir cevap alırsa bunun bir rüya olmadığı iyice anlaşılacaktı.
            Gökyüzü burada olduğundan çok daha yukarıdan bakıyor, üstlerinde dönen bir iki kargaya benzer kuştan başka da hiç bir şeyin üstünü örtmüyormuş gibi küskün duruyordu. Havada az önce bir süvari birliği geçmiş de arkasında bıraktığı tozlar yere konacak vakit bulamamış gibi ağır bir toz bulutu vardı.
            Hâlâ kimse konuşmamıştı. Sonunda biri ‘Yürüyelim’ dedi. Sanki içlerinden biri konuşmamış da dışarıdan bir başkası emir vermişçesine hepsi başını öne eğip ilerlemeye başladılar. Bu bir rüya değildi. Hepsi bunu anlamıştı ama hiçbiri kızmak, üzülmek ya da korkmak tepkilerinden birini veremiyordu.
            Yürümeye başladıktan bir süre sonra düştükleri bu kıraç bozaç yerde bir yapı gördüler. Çok uzun zaman önce büyük taşların üst üste dizilerek yapıldığı anlaşılan bu bina yürüyüş yolundan biraz yüksekte büyük kayaların üstüne konmuştu. Bu yükseltiye tırmandılar. Binanın kapısı yoktu ama bir insanın rahatlıkla atlayıp geçebileceği kadar aşağıdan başlayan çok büyük pencere açıklıkları vardı. Bu açıklıkların çerçeveleri yoktu. İçerisi de harap durumdaydı. Kısacası burada kimse yaşıyormuş gibi görünmüyordu.
            “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu İlke. İlke orta boylu, kumral saçlı, hoş bir kızdı.
            “Burası nispeten güvenli duruyor. Biraz burada bekleyip yolu gözetleyelim.” dedi Ahmet ve binanın öbür tarafından uzanan yolu gösterdi. Yanlarında Ahmet’in kardeşi Oğuz ve diğer iki arkadaşları Merve ve Orhan vardı.
Binanın diğer tarafından geçen bir yol vardı. Bu toprak bir yoldu ama üzerinden, az da olsa, araç geçtiği anlaşılıyordu. Hepsi yola doğru bakarlarken binanın ön tarafında ayak sesi duydular. Döndüler. Bir doksan boylarında vücudunun duruşundan genç ve çevik olduğu anlaşılan ancak yüzünde olduğundan biraz daha yaşlı bir ifade taşıyan biri onlara sorgular gibi bakıyordu.
            Oğuz tam “Biz ..?” diye başlamıştı ki Adam “Buraya nasıl geldiniz?” diye sertçe onun sorusunu durdurdu. Bakışları direkt ve duruşu çok kararlıydı.
            “Biz düştük.” diye tamamlayabildi o da.
            “Anladım.” dedi kısaca.
            “Anladım.” demişti. Burada geçirdikleri kısa süre içinde kimse buraya nasıl düştüklerini bile anlayamamıştı ama adam “anlamıştı”.
            “Gelin!” dedi.
            “İçeriye girin. Benden de korkmayın.”
            Geniş  açıklıklarından içeri girdiler. İlke daha fazla dayanamadı ve içini ürperten bakışlara rağmen.
            “Neredeyiz? Siz kimsiniz?” diye sordu hızlıca. Adam bu soruya hiç şaşırmamıştı.
            “Adım Kağan. Şu anda benim ülkemdesiniz.” Son cümleyi söylerken içini çekti.
            “Daha fazlasını gerektiğinde öğreneceksiniz.”
            “Bu da ne demek oluyor?” diye atıldı Ahmet.
            “Neden buradayız? Hiç birimiz isteyerek gelmediğimize göre,” diğerleri de onayladılar.
            Adam bu sırada gayet sakin diğer pencereden binanın arkasındaki yola doğru bakıyordu. Yoldan gelecek bir şeyi bekliyordu sanki. Bu sırada Ahmet ona doğru yürümüştü. Kağan aniden ama oldukça sakin bir tavırla döndü. Karşı karşıyaydılar. Aralarında iki üç adım mesafe vardı. Göz göze geldiler. Ahmet daha fazla adım atamadı. Kağan’ın bakışları daha fazla ilerlemesine engel olmuştu.
            Kağan bu ülkenin varisiydi. Henüz ülkenin hükümdarı değildi çünkü babası hâlâ ülkenin başındaydı. Aslında zamanı çoktan gelmişti ama hükümdar olabilmek ve krallığın askerlerine hükmedebilmek için ülkeyi yöneten konseye bir eş takdim etmeli ve bir çocukları olduktan sonra eşini kurban etmeliydi. Annesi çok küçükken gözlerinin önünde öldürülmüştü. O bunu hâlâ kabul edememiş, yeterince büyüdükten sonra ona katılan birkaç süvariyle kaleden ayrılmıştı. Ancak babası yaşlanmasının yanında artık aklını da yitirmeye başlamış ve tutarsız kararlar vermeye başlamıştı. Belki de babasının aklının dengesini bozan da kendi eşine yapmak zorunda kaldığı şeydi.
Kağan ve ülkesindekiler aslında insan değillerdi. Evet o, Ahmet ve diğerlerine insan şeklinde görünmüştü ancak onun aslı bir Aslan’dı. Zaten bu ülkede normal bir insana görünen her şey göründüğünden daha farklı bir asla sahip olabilirdi.
Kağan’dan üç nesil önce yani dedesinin babası zamanında ülkeyi erkek ve dişi aslanlar birlikte yönetiyor ve her şey doğanın öngördüğü gibi devam ediyordu. Yalnız daha önce de dediğim gibi bunlar bizim bildiğimiz normal aslanlar değillerdi. İnsan şekline de girebilen ve bu özellikleriyle de komşu âlemleriyle iletişim kurabilen bir topluluktu.
İşte üç nesil önce bizim yaşadığımız dünyadaki kıskançlık ve sahip olma hırsı onlarla savaşa girdiler. Aslanlar’ı yenemediler. Ancak Aslanlar çok zarar gördüler. Sayıca zaten az olan bütün kraliyet dişileri ölmüş, ülkenin doğal ortamı bozulmuştu. Geriye kayalık kırmızı topraklar ve tozlu sarı bir hava kalmıştı.
Savaştan sonra iki dünya arasında bazı yeni anlaşmalar imzalanmıştı. Saldırıdan önce de olduğu gibi Aslanlar diğer dünyaya geçmeyecek, bunun karşılığında onların varlıkları da başka hiçbir ülke ile paylaşılmayacaktı. Bunun yanı sıra verilen zarara karşılık Aslanlar’ın beslenmelerine yardım edilecekti. Virane binanın arkasındaki yol o zamanlarda yiyecek desteğinin gelebilmesi için yapılmıştı. İnsanlar bu kurala uyuyorlar ama belki de bunu ne için yaptıklarını bilmiyorlardı; çünkü Aslanlar’ın ülkesindeki bir nesil insanların dünyasında üç nesle karşılık geliyordu ve Aslanlar da içeriye gelen görevlilere insan şeklinde görünüyorlardı. Belki de gelenler için burası çok fakir, virane bir kasabaydı.
Ahmet, İlke, Orhan, Oğuz ve Merve’nin bunlardan haberi yoktu. Ahmet Kağan’ın karşısında donmuştu sanki. Bu sırada yolda bir ses oldu.
“Eğer sağ kalmak istiyorsanız sessizce bekleyin.” dedi Kağan. Bu tehditkâr korumacı söze karşı gelemediler. Burada tanıdıkları tek kişi karşılarındaki bu adamdı ve onun neler yapabileceğini tahmin edemiyorlardı. Üç askeri jip binanın ön tarafında durdular. Gelenler de asker kıyafeti giymiş kişilerdi. Yol alt tarafta olduğu için Kağan aşağıya indi. Onlara getirdiklerini buraya bırakmalarını ve hemen dönmelerini söyledi. Daha başka bir şeyler de konuştular ama bunlar yukarıdan duyulmuyordu. Geri yukarı çıktı ve
“Birazdan askerlerim gelecek. Gördüklerinize şaşıracaksınız ama korkmayın. Sizi güvenli bir yere götürecekler. Burası birazdan güvenli olmayacak.” dedi.
Kağan dışarıdan gelenlerle kendi arasında babasından ve onun hükümetinden habersiz bir anlaşma yapmıştı. Getirilenlerin bir kısmını kendine alıyordu. Kendi süvarilerine karşı güvenini korumak zorundaydı. Süvarileri onun verdiği sözü artık tutmasını istiyorlardı. Artık krallığın başına geçmeli ve ülkeyi bir düzene sokmalıydı. Uzun zamandır beklediği fırsat ayağına gelmiş, içeriye her şeyden habersiz insanlar girmişti. Üstelik bunlardan ikisi de dişiydi. Ne yapması gerektiğini daha düşünmemişti. Şimdilik gelenlerin güvenliğini sağlaması iyi olurdu.
Bu sırada gökyüzünde iri cisimler belirmişti. Binaya doğru yaklaştıkça büyüyorlardı. Gelip binanın önüne kondular.
“Korkmayın, süvarilerim” dedi Kağan.
Korkmamak elde değildi. Bunlar bildiğimiz atlara binmiş askerler değillerdi. Bu iri hayvanların kalın siyah kürkleri, korkunç yüzleri vardı. Daha çok köpek cinsinden bir şeye benziyorlardı ama kedi kadar çevik hareketleri ve uçabilmelerini sağlayan kanatları vardı. Buraya da uçarak gelmişlerdi ya. Bunlar Uçan Köpek Süvariler’di. Hepsinin siyah kürkleri vardı, konuşabiliyorlardı ama dönüşemiyorlardı. Dönüşebilmek yani hem insan hem de hayvan şeklinde olabilmek sadece kraliyet Aslanlarına özgüydü.  
“Bu kişiler dışarıdan geldiler. Onları surlara götürün. Ben arkanızdan geleceğim.” diye emretti Kağan. Bizimkilere döndü.
“Korkmayın sırtlarına binin ve uzaklaşın” dedi.
Korkmuşlardı elbet. Ancak binanın öbür tarafından bir toz bulutu kalkmış üstlerine doğru geliyordu. Bunlar Kral’ın askerleriydi. İsyandan dolayı kralın askerleri ve Kağan’ın süvarileri arasında sürtüşme vardı. Kral ilerlemiş yaşına rağmen tahttan inmek istemiyor, isyan ettiği için de oğlunu yakalayıp öldürtmek istiyordu. Hâlbuki oğlu Aslanlar ülkesinin tek varisiydi. Eğer o da ölürse ülke dağlarda yaşayan Kurtlar’a kalabilirdi. Daha da kötüsü insanlar anlaşmayı bozup onlara tekrar saldırabilirlerdi. Ne var ki yaşlı Kral bunları düşünecek halde değildi. O zihninin içindeki hayallerle meşgulken idaresindeki askerler o ne derse onu yapıyorlardı.
“Korkmayın. Size zarar gelmeyecek.” derken İlke’ye yaklaşmıştı süvarilerden biri. Sırtına binebilmesi için önünde eğildi. İlke hayvanın sırtına bindi. Hayvanın sert, hafif nemli kıllarına tutundu. Diğerleri de öyle yaptılar.
Gençleri sırtına alan hayvanlar havalandı. Bu sırada bir iki tanesinin sırtına az önce gelen sandıkları yükledi Kağan ve onlar da kalktılar. Uçarak uzaklaşmaya başladılar. İlke hayvanın boynuna sarıldığı halde arkasına baktı. Aşağıda virane ve etrafı giderek küçülüyordu. Yalnız Kağan görünmüyordu. Onun yerine binanın önünde çok heybetli bir Aslan duruyordu. Binaya doğru yaklaşan toz bulutuna meydan okurcasına dik bir şekilde orada duruyordu. Daha fazla bakamadı İlke. Biraz daha korkmuştu. Gözlerini kapatıp yolculuğunun bitmesini bekledi.
 Bir süre sonra çok yüksek duvarların üstünden aşan kanatlı hayvanlar yere kondular. Grup da ayaklarının artık yere basıyor olmasından memnundu. Tabi buna memnuniyet denebilirse.
“Burası neresi? Nasıl bir yer?” diye sordu İlke sırtından indiği hayvana. Artık bulunduğu ortamın doğa üstü haline alışmaya başlamıştı. O tuhaf surat ona doğru baktı ve hiç bir şey söylemedi. Sanki az önce konuşabilen o değildi. Çevik hareketlerle uzaklaştı. İki tanesi arkalarında kıpırdamadan duruyordu. Gruba gözetmenlik etmek için kalmışlardı.
Beşi birden yere çöktü. Merve ağlamaya başlamıştı. Bu kadar korku sinirlerini bozmuştu. Ahmet ile İlke sırt sırta yaslanmış konuşmuyorlardı. Dört etrafta kalın duvarlar yükseliyordu. Başlarında bekleyen iki Uçan Köpek’in arkasında demir parmaklıklardan yapılmış kocaman bir kapı ve kapının üzerinden ve yanlarından penceresiz bir duvar yayılıyordu.
Aniden başlarında biri belirdi. Ahmet kafasını kaldırdı. Bu Kağan’dı. İlke hiç kıpırdamamış, yerdeki minik taşlara gözleri dalmış bakıyordu. Ahmet hızlıca ayağa kalktı. İncinmiş gururu onu sinirlendirmişti. Kağan ile burun burunaydılar. Kağan o sakin halinden hiç bir şey kaybetmemiş Ahmet’in gözlerinin içine bakıyordu. Ahmet sesinin titrememesine özen göstererek;
“Oraya üç tane araç ve bizim gibi normal insanlar gelmişti. Sense bizi susturup onlara bizden bahsetmeden gönderdin. Artık bir açıklama bekliyoruz.”
Alnından terler akmaya başlamıştı. Çok yorgun ve bitkin hissediyordu. Karşısında dikilen adam hiçbir şey yapmadan onun daha fazla ileri gitmesini engelleyebiliyor ama o burada bulunmalarının nedenini bile bilmiyordu.
“Öncelikle, size eğer sağ kalmak istiyorsanız sessiz durun dedikten sonra ne sizi kıpırdamamanız için bağladım ne de sesinizi çıkarmamanız için bir şey yaptım. Sessiz kalmak sizin tercihinizdi. Ayrıca emin ol ki o kişiler sizi görselerdi tehlikeye giren sadece benim ülkem olmazdı. Başka sorusu olan var mı?”
Halen ağlamakta olan Merve olduğu yerden.
“Lütfen bizi bırak” diyebildi.
Kağan buna karşılık vermedi. Kapıda bekleyen nöbetçilerine;
“Yabancıları içeri alın. Kızı ayrı bir yere koyun.” diye emretti.
Kapıdakilerin haricinde üç Uçan Köpek daha grubun etrafını sardı. Oturanlar kalktılar. Kağan İlke’nin kolunu tuttu.
“Siz benimle geleceksiniz.” dedi.
Kimse kafasını çevirip bakmadı. Ahmet de bakmadı. İlke’nin yüzündeki çaresizliği görmesini istemiyordu. Sessizce demir parmaklıklı kapıdan içeriye doğru ilerlediler.
İlke’nin içi ürperdi.
“Nereye?” diye sordu. Cevap alamadı.
Dik merdivenlerden yüksek surun üstüne çıktılar. Etrafta başka hiç canlı yoktu. Etrafa şöyle bir baktıktan sonra;
“Burada hiç güneş doğup batmaz mı?” diye sordu İlke. Hakikaten de buraya düştüklerinden beri havadaki ışık ne artmış ne de azalmıştı.
“Hayır” kadar kısa bir cevap verdi Kağan. İlke’ye bakıyordu. Bakışları yumuşamıştı. İlke ise bu yüksek yerden olanca görünen bu tuhaf yerin tozlu havasını soluyor, Kağan’a bakmamaya dikkat ederek etrafı izliyordu.
“Korkma. Adın var mı?”
“İlke. Adım İlke. Yani adı olmayan kimse yoktur herhalde.”
“Burada herkesin bir ismi yoktur. Sadece sıfatlar vardır.”
“Öyleyse sen bir çeşit yönetici misin?”
“Ben bu ülkenin varisiyim. Yani Kral’ın oğluyum.”
“Bize ne oldu? Neden buradayız?”
“Benim bile yerini bilmediğim bir geçitten buraya geldiniz. Geri dönüp dönemeyeceğinizi merak ediyorsan, dönemeyeceğinizi söylemek zorundayım.”
“Peki arkadaşlarım. Neden onları gönderdin?”
“Onlar için artık ben bir şey yapamam.”
Bu çok soğuk bir sözdü. Arkadaşları hakkında bir soru daha sormaya cesaret edemedi.
“Beni ne yapacaksın peki? Sen mi yiyeceksin?” deyiverdi. Sonra hemen sustu. Sinirleri bozulmuştu. Korkusu artmış kalbi daha hızlı çarpmaya başlamıştı.
“Hımm. Demek gördün.”
“Biz o hayvanların sırtına bindikten sonra arkama baktım ve sen orada değildin. Yerinde …”
“Bir Aslan vardı.”
“O”
“ Evet. O bendim. Dinle. Burası biz Aslanlar’ın ülkesidir. Şu anda yanında bir insan gibi görünüyor olmam da bir göz yanılgısı değil. Kraliyet ailesindeki herkes hem aslan hem de insan şekline girebilir. Halktan kişiler bizim gibi dönüşemezler. Askerlerimiz Kurtlar ve Uçan Köpekler’dir. Buradaki her canlı seninle senin dilinde konuşabilir.”
“Beni neden buraya çıkardın?”
“Konuşmak için.”
“Bak ailelerimiz bizi aramaya başlamıştır bile. Bu bir rüya olmadığına göre yani buraya gelebildiğimize göre geri dönebiliriz de. Lütfen hepimizi bırak. Biz buraya ait değiliz. Hem o araçlar gelebildiğine göre o yoldan gönderebilirsin bizi. Lütfen.”
“Siz artık kendi dünyanıza dönemezsiniz. Siz buradan o tarafa gitseniz bile ailelerinizi bir daha göremezsiniz. Anlayacağın arada anlaşmalar var. İki taraf da bunlara uymak zorunda. Uzatmayalım. Sana seni sarayıma götürmeyi teklif ediyorum. Eğer kabul edersen orada yaşayabilirsin. Eğer etmezsen diğer dişi arkadaşını götürmek zorunda kalacağım.”
İlk defa “Sarayım” demişti. Halkını, ülkesini ve yaradılışını kurtarmak için çok beklemişti. Bu insanlara acısa da onları Süvarilerine gösterdikten sonra geri gönderemezdi artık. Zaten kendisinin de dediği gibi istese de gönderemezdi ya. Erkekler taze besin, dişiler ise soyun devamı için şans demekti.
“Neden benim seçme şansım var da onun yok?”
“Çünkü sen ondan daha güçlüsün. Hala ağlamaya başlamadın ve artık yüzüme de bakabiliyorsun.”
“Diğerlerine ne olacak?”
“Erkeklere ne olacağına Süvarilerin Komutanı karar verecek. Dişi içinse daha erken.”
“Ne için erken?” diye soramadı. Burada kısılıp kalmışlardı ve karşı gelmek bu et yiyici hayvanlar tarafından parçalanmak demek oluyordu. Peki neden onu saraya götürmek istiyordu. Sormadı.
            “Hadi aşağı inelim.”
            Surdan aşağı indiler. Demir parmaklıklardan yapılmış kapıdan içeri girdiler. İçerisi çok loş olduğu için etraf tam seçilmiyordu. Uzunca bir koridoru geçtikten sonra bir kat merdiven çıktılar. Kağan büyükçe bir kapıyı açtı. İçeri girdiler. Burası bir kütüphaneydi. Bütün duvarlar raflarla kaplıydı ve tüm raflar kitaplarla doluydu. İlke bu kadar insani bir ortam gördüğüne çok şaşırmıştı. Konuşmadı, hiç bir şey sormadı, söylemedi de.
            “Ben dönene kadar burada kalabilirsin. Döndüğümde kararını söylersin” deyip çıktı.
            Hiçbir şeye dokunmadan ortadaki masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturdu. Başını kollarının arasına sakladı ve ağlamaya başladı.

….

3 Aralık 2013 Salı

Gün #3 - Hayalimdeki Yolculuk

Dünyadaki her yere gitmek, bütün kültürleri tanımak isterim. Belki mümkün belki de değil... En çok istediğim bir şey var ki hep hayalini kurarım. Büyük bir gemiyle okyanus geçmek.

Limanda son hazırlıklar tamam bekliyoruz. Çok büyük ve kalabalık bir gemiye biniyoruz. Biraz aradıktan sonra kamaramızı buluyoruz. Kamara okyanusa bakıyor. İçeride iki kişilik bir yatak, iki yanında komodinler var. Minik bir banyo ve iki sandalyeli küçük bir masa. Eşyalarımızı bırakıp hemen gemiyi keşfe çıkıyoruz. Sahnesi, müzik enstrümanlarıyla büyük bir yemek salonu var. Güverte bütün mavinin, bütün dünyanın balkonu gibi... Demir alıyoruz, iki haftalık Atlantik Okyanusu yolculuğu başlıyor.

Geminin 1900 Efsanesi filmindeki gibi olmasını isterdim. Klasik tarzda, şık bir gemi, aşırı lüksten uzak. Her gün maviyle uyanıp her gece maviyle uyumak...

Bir gün Atlantik okyanusunu gemi ile geçeceğim, biliyorum...


2 Aralık 2013 Pazartesi

Gün #2 - Nosferatu

"Kendisi dışında neye inandığını bilmiyordu artık."
Nosferatu - Vampir; Paul Monette, Mitos Yayınları, Birinci Baskı Mart 1993, sf 79

Evde böyle bir kitap olduğundan haberim bile yoktu. En bilinen vampir hikayesi Bram Stoker'ın Draculasıdır. Demek başka vampir hikayeleri de varmış, diye düşünürken kitabı karıştırmaya başladım. Dracula şöyle dedi, Dracula böyle yaptı yazıyor her yerde. "E, yazar başka, nasıl yani" dedim. Açıp Giovanni Scognamillo'nun yazdığı 'Bir Dehşet Senfonisine Öndeyiş' başlıklı önsözü okudum. 

Gerçekten de Nosferatu'dan önce Dracula varmış. Önsöze göre, Nosferatu filmi Bram Stoker'ın Dracula romanının, Henrik Galeen'in imzaladığı bir senaryodan uyarlayan ilk bilinen yapımmış. Ancak Stoker'ın dul eşine telif ödememek için yapımcı şirket Dracula isminden tamamen vazgeçip, romanın temel çizgisini izleyerek, yeni gibi gösterilmek istenen kahramanlar yaratarak yönetmen Friedrich Wilhelm Murnau ve senarist Henrik Galeen ile beyaz perdeye Nosferatu'yu koymuş (yıl 1922).

Daha sonra Nosferatu başka yönetmenler tarafından tekrar tekrar çekilmiş. Paul Monette ise Nosferatu The Vampyre filmlerinin senaryolarını romanlaştırmış.

Belki de benim cahilliğim bilemiyorum ama bunları bilmiyordum. Blog fırtınası sayesinde neler de öğrendim. en sevdiğim Dracula filminden bir kareyi de eklemeden edemedim. En kısa zamanda izlemek gerek.


1 Aralık 2013 Pazar

Blog Fırtınası Gün #1 - Bir Varmış Bir Yokmuş...

Bir varmış bir yokmuş
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde
Pire hammal iken deve tellal iken
Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken...

Babaannemi yedi yaşımdayken kaybettim. Ben küçük bir çocuk iken o bize geldiğinde veya biz köyde onlardaysak babaannem gece bize masal anlatırdı. Masallar da hep bu tekerleme ile başlardı. Belki daha uzun bir tekerlemeydi ama ben sadece bu kadarını hatırlıyorum. 

Çoğu zaman keşke ben o zaman okuma yazma bilseydim de bu masalları unutmadan bir yere yazmış olsaydım diye hayıflanırım. Ya da belki aileden biri yazmış olsaydı, keşke...

Bana kalemi, kağıdı ilk öğreten ve sevdiren de babaannemdir. Ruhu şad, mekanı cennet olsun...

1 Eylül 2013 Pazar

UYGARLIGI DEĞİŞTİREN 100 KEDI



Tek bir kedinin uygarlığı değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini düşünüyorsanız, koca bir canlı türünü tek başına yok eden Tibbles'ı duymamışsınız demektir. Ya da Pakistan ile Abd arasında diplomatik bir tartışmayı tetikleyen Ahmedabad adlı kedi yavrusunu. Ya da bir tutam tüyüyle bir katilin yakalanmasını sağlayan Kartopu adlı Kanada kedisini.
Bunlar, "uygarlığı değiştiren 100 kedi"den yalnızca üçü. Elinizdeki kitap, bilim, tarih ve sanata ve daha birçok alana katkıda bulunan kedilere selam duruyor. Büyük edebiyat yapıtlarına esin kaynağı olanlardan tutun da, polise telefon ederek sahibinin hayatını kurtaranlara kadar, kedilerin zekâsını ve cesaretini gözler önüne seren birçok örnek var bu kitapta.
Bütün bu kedicikler tarihi az çok değiştirdiler. Bunu umursamamaları, hatta yaptıklarının farkında bile olmamaları, çok daha basit bir işi becerince yaygara koparan insanlara örnek olmalı.
(Tanıtım Bülteninden)
Can Yayınları
Published with Blogger-droid v2.0.10

24 Ağustos 2013 Cumartesi

Kedili Motor

Bu fotoğrafı şehitlik yakınında çektim. Bugün ehliyet sınavı varmış. Sınav kalabalığı dağılırken bu kedicik bulduğu rahat köşede uyuyordu.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

İnsanlarım Yavruladı

Merhaba ben Sakız,
Evimde iki insanımla birlikte yaşadığımı biliyorsunuz. Aslında iki insanımla yaşıyordum demeliyim çünkü geçen Mart'ta insanlarım yavruladı.
Geçtiğimiz son baharda Özge’nin karnı şişmeye başladı. Her akşam kulağımı karnına dayayıp kontrol ettim. İçeriden gelen ses ve hareketlerden hamile olduğunu anladım. İki aya 3-4 yavru yapar diye bekledim. İnternete girip yavrular sütten kesilince sahiplendirme ilanları verebileceğimiz siteler araştırdım. Kış geldi geçti, bizim kızın karnı şişmeye devam etti ama bahar gelene kadar yavrulamadı. Karnı o kadar kocaman oldu ki artık onun kucağına yatamaz oldum. Mecburen Emre ile idare etmeye başladım.
Neyse, bir akşam bizim kız uyuyamadı. Evde bir o yana bir bu yana dolaşmaya başladı. Bebekler geliyor, dedim. Hemen yardımcı oldum. Oturunca kucağına yattım, yürürken bacaklarına sürtündüm. Gece yarısı toparlanıp gittiler. İki gece sonra eve döndüler. Koştum baktım, kucağında sadece bir yavru vardı. Her şeye iyi tarafından bakmak lazım, kuru mama yemeye başlayınca sadece bir yavru için yuva arayacaktım.
Biz kediler yeni doğmuş bebeklerimize ellensin istemeyiz. Ben de onlarınkine ellemedim. Uzaktan izledim. Bebek için bir uyku kutusu yaptılar. İçine atlayıp kontrol ettim. Güvenli ve rahat görünüyordu, bebeği bunun içine koydular. Eve bir sürü gelen giden oldu. Bebeğe bakıp bakıp gittiler. O kadar da çirkin bir şey değil ama kimse beğenip, alıp gitmedi.
Kaç ay oldu, hâlâ annesinin memesini emiyor. Tuvalet eğitimi yok. Kafası hep güzel kokuyor, poposu bazen kötü kokuyor. Yanağımı okşasın diye eline sürtündüm, anlamadı. Hepi topu bir yavru deyip sahiplendirmekten de vazgeçtim. Ne yapalım ona da ben bakacağım artık. Bari mamasını mama kabından yemeye başlasa da ben de Özge’nin kucağında daha uzun vakit geçirsem artık.


24 Şubat 2013 Pazar

Behzat Ç. Türkçesi "la"

la. Bir işin gerçekleştiğini ya da bittiğini açıkça belirtmek için Oğuzlar tarafından kullanılan bir ilgeç. Eylemlerin sonrasına eklenir (Oğuz lehçesi).
ol bardı la: O, gitti (ve bu gidiş teyit edildi); ol keldi la: O geldi (ve bu geliş teyit edildi).
Burada dinleyen kişinin söz konusu eylemi yalanlaması durumuna karşı onun olayların oluş seyrini bilmediği ve olayın tam olarak böyle gerçekleştiğini vurgulama işlevi de yerine getirilir. Diğer Türkler bunu kullanmaz.

Dîvânü Lugâti't Türk - Mahmûd el-Kâşgarî

18 Şubat 2013 Pazartesi

Apartmandaki Hayalet

Apartmanımızda bir süredir bir hayalet yaşıyor.
İki hafta önce bir gece oturduğumuz binanın içinde kedi miyavlaması duydum. Ertesi sabah eşim apartmanı kontrol etti. Bir şey bulamadık. Gün içerisinde bir kaç defa yavru kedi ağlaması duydum. Seslenip çağırdım. Yine ortada hiç bir şey yoktu.
Bir gün evden çıkarken gözümün önünden uçan bir kuyruk geçti. Demek ki sıkışmamış ve hareket edebilir durumdaydı. Kapının önüne birer kap mama ve su koydum. İki saat sonra mama ve su gitmişti. Bir gün baktım alt komşunun kapısının önünde de boş iki küçük kap var. Hatta bir gün dışarıdan eve geldiğimde kapımızın önündeki sabahtan boşalan kaba ilave mama konmuştu. Kattaki diğer komşular da hayalet kedinin çağrısına kulak vermişti anlaşılan.
Başka bir gün kapıya mama bıraktıktan sonra sesi yine duydum ve kapının gözetleme deliğinden baktığımda bir yaşından küçük boyutlarda, beyaz üzerine siyah lekeleri olan bir kedi mama kaplarına doğru yürüyor.
On gündür filan, utangaç hayaletimiz sesleniyor, mamasını suyunu bırakıyoruz. Gelip yiyor ve kendisini hiç görmüyoruz.

17 Şubat 2013 Pazar

Sokağımızda güzel insanlar da yaşıyor!

Sümer mahallesi Cengaver sokakta güzel insanlar yaşıyor. Neden mi?
Çünkü bizim sokağımızdaki kediler insan görünce kaçmıyorlar. Zayıf, çelimsiz ve korkak değiller. Tam tersine sizi görünce seslenip selam veriyorlar, yüzünüze bakıp konuşuyorlar. Güzel kürklerine hayranlıkla bakıyorsunuz.
Çünkü bu güzelliklerin çevreye güvenleri var. Sokaktakiler onları kovalayıp uzaklaştırmıyorlar. Apartmanların önünde mama ve su kapları var. Bazen kuru mama bazen yemek artığı oluyor bu kaplarda.
Yemek artığı çöp değildir. İyi bir şekilde değerlendirirsek etrafınız bizim sokağımız gibi renkli güzelliklerle çevrelenir.