Bir gün iki kız üç erkek arkadaş çok az kişi
tarafından bilinen bir ülkeye düştüler. Düştüler diyorum çünkü aniden yerde
açılan gizli geçitten içeriye düşerek bu ülkeye vardılar. Bu çok sert bir düşüş
değildi. Havanın sürtünmesi dışında bir güç boşlukta hızlanmalarını engellemiş
ve yere çakılmamalarını sağlamıştı. Yüzlerindeki şaşkın ve korkmuş ifadelerle
düştükleri yerden ağır ağır kalktılar. Etraflarındaki kırmızı toprağa ve yerden
ara ara ot gibi bitmiş sivri uçlu kayalara ürkek ürkek baktılar. Kimse ağzını
açıp bir soru soramıyordu çünkü konuşursa ve karşısından da bir cevap alırsa
bunun bir rüya olmadığı iyice anlaşılacaktı.
Gökyüzü burada olduğundan
çok daha yukarıdan bakıyor, üstlerinde dönen bir iki kargaya benzer kuştan
başka da hiç bir şeyin üstünü örtmüyormuş gibi küskün duruyordu. Havada az önce
bir süvari birliği geçmiş de arkasında bıraktığı tozlar yere konacak vakit
bulamamış gibi ağır bir toz bulutu vardı.
Hâlâ kimse konuşmamıştı.
Sonunda biri ‘Yürüyelim’ dedi. Sanki içlerinden biri konuşmamış da dışarıdan
bir başkası emir vermişçesine hepsi başını öne eğip ilerlemeye başladılar. Bu
bir rüya değildi. Hepsi bunu anlamıştı ama hiçbiri kızmak, üzülmek ya da
korkmak tepkilerinden birini veremiyordu.
Yürümeye başladıktan bir
süre sonra düştükleri bu kıraç bozaç yerde bir yapı gördüler. Çok uzun zaman
önce büyük taşların üst üste dizilerek yapıldığı anlaşılan bu bina yürüyüş
yolundan biraz yüksekte büyük kayaların üstüne konmuştu. Bu yükseltiye
tırmandılar. Binanın kapısı yoktu ama bir insanın rahatlıkla atlayıp
geçebileceği kadar aşağıdan başlayan çok büyük pencere açıklıkları vardı. Bu
açıklıkların çerçeveleri yoktu. İçerisi de harap durumdaydı. Kısacası burada
kimse yaşıyormuş gibi görünmüyordu.
“Şimdi ne yapacağız?” diye
sordu İlke. İlke orta boylu, kumral saçlı, hoş bir kızdı.
“Burası nispeten güvenli
duruyor. Biraz burada bekleyip yolu gözetleyelim.” dedi Ahmet ve binanın öbür
tarafından uzanan yolu gösterdi. Yanlarında Ahmet’in kardeşi Oğuz ve diğer iki
arkadaşları Merve ve Orhan vardı.
Binanın diğer tarafından geçen bir yol vardı. Bu
toprak bir yoldu ama üzerinden, az da olsa, araç geçtiği anlaşılıyordu. Hepsi
yola doğru bakarlarken binanın ön tarafında ayak sesi duydular. Döndüler. Bir
doksan boylarında vücudunun duruşundan genç ve çevik olduğu anlaşılan ancak
yüzünde olduğundan biraz daha yaşlı bir ifade taşıyan biri onlara sorgular gibi
bakıyordu.
Oğuz tam “Biz ..?” diye
başlamıştı ki Adam “Buraya nasıl geldiniz?” diye sertçe onun sorusunu durdurdu.
Bakışları direkt ve duruşu çok kararlıydı.
“Biz düştük.” diye tamamlayabildi
o da.
“Anladım.” dedi kısaca.
“Anladım.” demişti. Burada
geçirdikleri kısa süre içinde kimse buraya nasıl düştüklerini bile
anlayamamıştı ama adam “anlamıştı”.
“Gelin!” dedi.
“İçeriye girin. Benden de
korkmayın.”
Geniş açıklıklarından içeri girdiler. İlke daha
fazla dayanamadı ve içini ürperten bakışlara rağmen.
“Neredeyiz? Siz kimsiniz?”
diye sordu hızlıca. Adam bu soruya hiç şaşırmamıştı.
“Adım Kağan. Şu anda benim
ülkemdesiniz.” Son cümleyi söylerken içini çekti.
“Daha fazlasını
gerektiğinde öğreneceksiniz.”
“Bu da ne demek oluyor?”
diye atıldı Ahmet.
“Neden buradayız? Hiç
birimiz isteyerek gelmediğimize göre,” diğerleri de onayladılar.
Adam bu sırada gayet sakin
diğer pencereden binanın arkasındaki yola doğru bakıyordu. Yoldan gelecek bir
şeyi bekliyordu sanki. Bu sırada Ahmet ona doğru yürümüştü. Kağan aniden ama
oldukça sakin bir tavırla döndü. Karşı karşıyaydılar. Aralarında iki üç adım
mesafe vardı. Göz göze geldiler. Ahmet daha fazla adım atamadı. Kağan’ın
bakışları daha fazla ilerlemesine engel olmuştu.
Kağan bu ülkenin varisiydi.
Henüz ülkenin hükümdarı değildi çünkü babası hâlâ ülkenin başındaydı. Aslında
zamanı çoktan gelmişti ama hükümdar olabilmek ve krallığın askerlerine
hükmedebilmek için ülkeyi yöneten konseye bir eş takdim etmeli ve bir çocukları
olduktan sonra eşini kurban etmeliydi. Annesi çok küçükken gözlerinin önünde
öldürülmüştü. O bunu hâlâ kabul edememiş, yeterince büyüdükten sonra ona
katılan birkaç süvariyle kaleden ayrılmıştı. Ancak babası yaşlanmasının yanında
artık aklını da yitirmeye başlamış ve tutarsız kararlar vermeye başlamıştı.
Belki de babasının aklının dengesini bozan da kendi eşine yapmak zorunda
kaldığı şeydi.
Kağan ve ülkesindekiler aslında insan değillerdi. Evet
o, Ahmet ve diğerlerine insan şeklinde görünmüştü ancak onun aslı bir Aslan’dı.
Zaten bu ülkede normal bir insana görünen her şey göründüğünden daha farklı bir
asla sahip olabilirdi.
Kağan’dan üç nesil önce yani dedesinin babası
zamanında ülkeyi erkek ve dişi aslanlar birlikte yönetiyor ve her şey doğanın
öngördüğü gibi devam ediyordu. Yalnız daha önce de dediğim gibi bunlar bizim
bildiğimiz normal aslanlar değillerdi. İnsan şekline de girebilen ve bu
özellikleriyle de komşu âlemleriyle iletişim kurabilen bir topluluktu.
İşte üç nesil önce bizim yaşadığımız dünyadaki
kıskançlık ve sahip olma hırsı onlarla savaşa girdiler. Aslanlar’ı yenemediler.
Ancak Aslanlar çok zarar gördüler. Sayıca zaten az olan bütün kraliyet dişileri
ölmüş, ülkenin doğal ortamı bozulmuştu. Geriye kayalık kırmızı topraklar ve
tozlu sarı bir hava kalmıştı.
Savaştan sonra iki dünya arasında bazı yeni
anlaşmalar imzalanmıştı. Saldırıdan önce de olduğu gibi Aslanlar diğer dünyaya
geçmeyecek, bunun karşılığında onların varlıkları da başka hiçbir ülke ile
paylaşılmayacaktı. Bunun yanı sıra verilen zarara karşılık Aslanlar’ın
beslenmelerine yardım edilecekti. Virane binanın arkasındaki yol o zamanlarda
yiyecek desteğinin gelebilmesi için yapılmıştı. İnsanlar bu kurala uyuyorlar
ama belki de bunu ne için yaptıklarını bilmiyorlardı; çünkü Aslanlar’ın
ülkesindeki bir nesil insanların dünyasında üç nesle karşılık geliyordu ve
Aslanlar da içeriye gelen görevlilere insan şeklinde görünüyorlardı. Belki de
gelenler için burası çok fakir, virane bir kasabaydı.
Ahmet, İlke, Orhan, Oğuz ve Merve’nin bunlardan
haberi yoktu. Ahmet Kağan’ın karşısında donmuştu sanki. Bu sırada yolda bir ses
oldu.
“Eğer sağ kalmak istiyorsanız sessizce bekleyin.”
dedi Kağan. Bu tehditkâr korumacı söze karşı gelemediler. Burada tanıdıkları
tek kişi karşılarındaki bu adamdı ve onun neler yapabileceğini tahmin
edemiyorlardı. Üç askeri jip binanın ön tarafında durdular. Gelenler de asker
kıyafeti giymiş kişilerdi. Yol alt tarafta olduğu için Kağan aşağıya indi.
Onlara getirdiklerini buraya bırakmalarını ve hemen dönmelerini söyledi. Daha
başka bir şeyler de konuştular ama bunlar yukarıdan duyulmuyordu. Geri yukarı
çıktı ve
“Birazdan askerlerim gelecek. Gördüklerinize
şaşıracaksınız ama korkmayın. Sizi güvenli bir yere götürecekler. Burası
birazdan güvenli olmayacak.” dedi.
Kağan dışarıdan gelenlerle kendi arasında
babasından ve onun hükümetinden habersiz bir anlaşma yapmıştı. Getirilenlerin
bir kısmını kendine alıyordu. Kendi süvarilerine karşı güvenini korumak
zorundaydı. Süvarileri onun verdiği sözü artık tutmasını istiyorlardı. Artık
krallığın başına geçmeli ve ülkeyi bir düzene sokmalıydı. Uzun zamandır
beklediği fırsat ayağına gelmiş, içeriye her şeyden habersiz insanlar girmişti.
Üstelik bunlardan ikisi de dişiydi. Ne yapması gerektiğini daha düşünmemişti.
Şimdilik gelenlerin güvenliğini sağlaması iyi olurdu.
Bu sırada gökyüzünde iri cisimler belirmişti.
Binaya doğru yaklaştıkça büyüyorlardı. Gelip binanın önüne kondular.
“Korkmayın, süvarilerim” dedi Kağan.
Korkmamak elde değildi. Bunlar bildiğimiz atlara
binmiş askerler değillerdi. Bu iri hayvanların kalın siyah kürkleri, korkunç
yüzleri vardı. Daha çok köpek cinsinden bir şeye benziyorlardı ama kedi kadar
çevik hareketleri ve uçabilmelerini sağlayan kanatları vardı. Buraya da uçarak
gelmişlerdi ya. Bunlar Uçan Köpek Süvariler’di. Hepsinin siyah kürkleri vardı,
konuşabiliyorlardı ama dönüşemiyorlardı. Dönüşebilmek yani hem insan hem de
hayvan şeklinde olabilmek sadece kraliyet Aslanlarına özgüydü.
“Bu kişiler dışarıdan geldiler. Onları surlara
götürün. Ben arkanızdan geleceğim.” diye emretti Kağan. Bizimkilere döndü.
“Korkmayın sırtlarına binin ve uzaklaşın” dedi.
Korkmuşlardı elbet. Ancak binanın öbür tarafından
bir toz bulutu kalkmış üstlerine doğru geliyordu. Bunlar Kral’ın askerleriydi.
İsyandan dolayı kralın askerleri ve Kağan’ın süvarileri arasında sürtüşme
vardı. Kral ilerlemiş yaşına rağmen tahttan inmek istemiyor, isyan ettiği için
de oğlunu yakalayıp öldürtmek istiyordu. Hâlbuki oğlu Aslanlar ülkesinin tek
varisiydi. Eğer o da ölürse ülke dağlarda yaşayan Kurtlar’a kalabilirdi. Daha
da kötüsü insanlar anlaşmayı bozup onlara tekrar saldırabilirlerdi. Ne var ki
yaşlı Kral bunları düşünecek halde değildi. O zihninin içindeki hayallerle meşgulken
idaresindeki askerler o ne derse onu yapıyorlardı.
“Korkmayın. Size zarar gelmeyecek.” derken İlke’ye
yaklaşmıştı süvarilerden biri. Sırtına binebilmesi için önünde eğildi. İlke
hayvanın sırtına bindi. Hayvanın sert, hafif nemli kıllarına tutundu. Diğerleri
de öyle yaptılar.
Gençleri sırtına alan hayvanlar havalandı. Bu
sırada bir iki tanesinin sırtına az önce gelen sandıkları yükledi Kağan ve
onlar da kalktılar. Uçarak uzaklaşmaya başladılar. İlke hayvanın boynuna
sarıldığı halde arkasına baktı. Aşağıda virane ve etrafı giderek küçülüyordu.
Yalnız Kağan görünmüyordu. Onun yerine binanın önünde çok heybetli bir Aslan
duruyordu. Binaya doğru yaklaşan toz bulutuna meydan okurcasına dik bir şekilde
orada duruyordu. Daha fazla bakamadı İlke. Biraz daha korkmuştu. Gözlerini
kapatıp yolculuğunun bitmesini bekledi.
Bir süre
sonra çok yüksek duvarların üstünden aşan kanatlı hayvanlar yere kondular. Grup
da ayaklarının artık yere basıyor olmasından memnundu. Tabi buna memnuniyet
denebilirse.
“Burası neresi? Nasıl bir yer?” diye sordu İlke
sırtından indiği hayvana. Artık bulunduğu ortamın doğa üstü haline alışmaya
başlamıştı. O tuhaf surat ona doğru baktı ve hiç bir şey söylemedi. Sanki az
önce konuşabilen o değildi. Çevik hareketlerle uzaklaştı. İki tanesi arkalarında
kıpırdamadan duruyordu. Gruba gözetmenlik etmek için kalmışlardı.
Beşi birden yere çöktü. Merve ağlamaya başlamıştı.
Bu kadar korku sinirlerini bozmuştu. Ahmet ile İlke sırt sırta yaslanmış
konuşmuyorlardı. Dört etrafta kalın duvarlar yükseliyordu. Başlarında bekleyen
iki Uçan Köpek’in arkasında demir parmaklıklardan yapılmış kocaman bir kapı ve
kapının üzerinden ve yanlarından penceresiz bir duvar yayılıyordu.
Aniden başlarında biri belirdi. Ahmet kafasını
kaldırdı. Bu Kağan’dı. İlke hiç kıpırdamamış, yerdeki minik taşlara gözleri
dalmış bakıyordu. Ahmet hızlıca ayağa kalktı. İncinmiş gururu onu sinirlendirmişti.
Kağan ile burun burunaydılar. Kağan o sakin halinden hiç bir şey kaybetmemiş
Ahmet’in gözlerinin içine bakıyordu. Ahmet sesinin titrememesine özen
göstererek;
“Oraya üç tane araç ve bizim gibi normal insanlar
gelmişti. Sense bizi susturup onlara bizden bahsetmeden gönderdin. Artık bir
açıklama bekliyoruz.”
Alnından terler akmaya başlamıştı. Çok yorgun ve
bitkin hissediyordu. Karşısında dikilen adam hiçbir şey yapmadan onun daha
fazla ileri gitmesini engelleyebiliyor ama o burada bulunmalarının nedenini
bile bilmiyordu.
“Öncelikle, size eğer sağ kalmak istiyorsanız
sessiz durun dedikten sonra ne sizi kıpırdamamanız için bağladım ne de sesinizi
çıkarmamanız için bir şey yaptım. Sessiz kalmak sizin tercihinizdi. Ayrıca emin
ol ki o kişiler sizi görselerdi tehlikeye giren sadece benim ülkem olmazdı.
Başka sorusu olan var mı?”
Halen ağlamakta olan Merve olduğu yerden.
“Lütfen bizi bırak” diyebildi.
Kağan buna karşılık vermedi. Kapıda bekleyen
nöbetçilerine;
“Yabancıları içeri alın. Kızı ayrı bir yere
koyun.” diye emretti.
Kapıdakilerin haricinde üç Uçan Köpek daha grubun
etrafını sardı. Oturanlar kalktılar. Kağan İlke’nin kolunu tuttu.
“Siz benimle geleceksiniz.” dedi.
Kimse kafasını çevirip bakmadı. Ahmet de bakmadı.
İlke’nin yüzündeki çaresizliği görmesini istemiyordu. Sessizce demir
parmaklıklı kapıdan içeriye doğru ilerlediler.
İlke’nin içi ürperdi.
“Nereye?” diye sordu. Cevap alamadı.
Dik merdivenlerden yüksek surun üstüne çıktılar.
Etrafta başka hiç canlı yoktu. Etrafa şöyle bir baktıktan sonra;
“Burada hiç güneş doğup batmaz mı?” diye sordu
İlke. Hakikaten de buraya düştüklerinden beri havadaki ışık ne artmış ne de
azalmıştı.
“Hayır” kadar kısa bir cevap verdi Kağan. İlke’ye
bakıyordu. Bakışları yumuşamıştı. İlke ise bu yüksek yerden olanca görünen bu
tuhaf yerin tozlu havasını soluyor, Kağan’a bakmamaya dikkat ederek etrafı
izliyordu.
“Korkma. Adın var mı?”
“İlke. Adım İlke. Yani adı olmayan kimse yoktur
herhalde.”
“Burada herkesin bir ismi yoktur. Sadece sıfatlar
vardır.”
“Öyleyse sen bir çeşit yönetici misin?”
“Ben bu ülkenin varisiyim. Yani Kral’ın oğluyum.”
“Bize ne oldu? Neden buradayız?”
“Benim bile yerini bilmediğim bir geçitten buraya
geldiniz. Geri dönüp dönemeyeceğinizi merak ediyorsan, dönemeyeceğinizi
söylemek zorundayım.”
“Peki arkadaşlarım. Neden onları gönderdin?”
“Onlar için artık ben bir şey yapamam.”
Bu çok soğuk bir sözdü. Arkadaşları hakkında bir
soru daha sormaya cesaret edemedi.
“Beni ne yapacaksın peki? Sen mi yiyeceksin?”
deyiverdi. Sonra hemen sustu. Sinirleri bozulmuştu. Korkusu artmış kalbi daha
hızlı çarpmaya başlamıştı.
“Hımm. Demek gördün.”
“Biz o hayvanların sırtına bindikten sonra arkama
baktım ve sen orada değildin. Yerinde …”
“Bir Aslan vardı.”
“O”
“ Evet. O bendim. Dinle. Burası biz Aslanlar’ın
ülkesidir. Şu anda yanında bir insan gibi görünüyor olmam da bir göz yanılgısı
değil. Kraliyet ailesindeki herkes hem aslan hem de insan şekline girebilir.
Halktan kişiler bizim gibi dönüşemezler. Askerlerimiz Kurtlar ve Uçan
Köpekler’dir. Buradaki her canlı seninle senin dilinde konuşabilir.”
“Beni neden buraya çıkardın?”
“Konuşmak için.”
“Bak ailelerimiz bizi aramaya başlamıştır bile. Bu
bir rüya olmadığına göre yani buraya gelebildiğimize göre geri dönebiliriz de.
Lütfen hepimizi bırak. Biz buraya ait değiliz. Hem o araçlar gelebildiğine göre
o yoldan gönderebilirsin bizi. Lütfen.”
“Siz artık kendi dünyanıza dönemezsiniz. Siz buradan
o tarafa gitseniz bile ailelerinizi bir daha göremezsiniz. Anlayacağın arada
anlaşmalar var. İki taraf da bunlara uymak zorunda. Uzatmayalım. Sana seni
sarayıma götürmeyi teklif ediyorum. Eğer kabul edersen orada yaşayabilirsin.
Eğer etmezsen diğer dişi arkadaşını götürmek zorunda kalacağım.”
İlk defa “Sarayım” demişti. Halkını, ülkesini ve
yaradılışını kurtarmak için çok beklemişti. Bu insanlara acısa da onları
Süvarilerine gösterdikten sonra geri gönderemezdi artık. Zaten kendisinin de
dediği gibi istese de gönderemezdi ya. Erkekler taze besin, dişiler ise soyun
devamı için şans demekti.
“Neden benim seçme şansım var da onun yok?”
“Çünkü sen ondan daha güçlüsün. Hala ağlamaya
başlamadın ve artık yüzüme de bakabiliyorsun.”
“Diğerlerine ne olacak?”
“Erkeklere ne olacağına Süvarilerin Komutanı karar
verecek. Dişi içinse daha erken.”
“Ne için erken?” diye soramadı. Burada kısılıp
kalmışlardı ve karşı gelmek bu et yiyici hayvanlar tarafından parçalanmak demek
oluyordu. Peki neden onu saraya götürmek istiyordu. Sormadı.
“Hadi aşağı inelim.”
Surdan aşağı indiler.
Demir parmaklıklardan yapılmış kapıdan içeri girdiler. İçerisi çok loş olduğu
için etraf tam seçilmiyordu. Uzunca bir koridoru geçtikten sonra bir kat
merdiven çıktılar. Kağan büyükçe bir kapıyı açtı. İçeri girdiler. Burası bir kütüphaneydi.
Bütün duvarlar raflarla kaplıydı ve tüm raflar kitaplarla doluydu. İlke bu
kadar insani bir ortam gördüğüne çok şaşırmıştı. Konuşmadı, hiç bir şey
sormadı, söylemedi de.
“Ben dönene kadar burada
kalabilirsin. Döndüğümde kararını söylersin” deyip çıktı.
Hiçbir şeye dokunmadan
ortadaki masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturdu. Başını kollarının
arasına sakladı ve ağlamaya başladı.
….