5 Aralık 2013 Perşembe

Gün #5 - İnsanaslan Kral

Bir gün iki kız üç erkek arkadaş çok az kişi tarafından bilinen bir ülkeye düştüler. Düştüler diyorum çünkü aniden yerde açılan gizli geçitten içeriye düşerek bu ülkeye vardılar. Bu çok sert bir düşüş değildi. Havanın sürtünmesi dışında bir güç boşlukta hızlanmalarını engellemiş ve yere çakılmamalarını sağlamıştı. Yüzlerindeki şaşkın ve korkmuş ifadelerle düştükleri yerden ağır ağır kalktılar. Etraflarındaki kırmızı toprağa ve yerden ara ara ot gibi bitmiş sivri uçlu kayalara ürkek ürkek baktılar. Kimse ağzını açıp bir soru soramıyordu çünkü konuşursa ve karşısından da bir cevap alırsa bunun bir rüya olmadığı iyice anlaşılacaktı.
            Gökyüzü burada olduğundan çok daha yukarıdan bakıyor, üstlerinde dönen bir iki kargaya benzer kuştan başka da hiç bir şeyin üstünü örtmüyormuş gibi küskün duruyordu. Havada az önce bir süvari birliği geçmiş de arkasında bıraktığı tozlar yere konacak vakit bulamamış gibi ağır bir toz bulutu vardı.
            Hâlâ kimse konuşmamıştı. Sonunda biri ‘Yürüyelim’ dedi. Sanki içlerinden biri konuşmamış da dışarıdan bir başkası emir vermişçesine hepsi başını öne eğip ilerlemeye başladılar. Bu bir rüya değildi. Hepsi bunu anlamıştı ama hiçbiri kızmak, üzülmek ya da korkmak tepkilerinden birini veremiyordu.
            Yürümeye başladıktan bir süre sonra düştükleri bu kıraç bozaç yerde bir yapı gördüler. Çok uzun zaman önce büyük taşların üst üste dizilerek yapıldığı anlaşılan bu bina yürüyüş yolundan biraz yüksekte büyük kayaların üstüne konmuştu. Bu yükseltiye tırmandılar. Binanın kapısı yoktu ama bir insanın rahatlıkla atlayıp geçebileceği kadar aşağıdan başlayan çok büyük pencere açıklıkları vardı. Bu açıklıkların çerçeveleri yoktu. İçerisi de harap durumdaydı. Kısacası burada kimse yaşıyormuş gibi görünmüyordu.
            “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu İlke. İlke orta boylu, kumral saçlı, hoş bir kızdı.
            “Burası nispeten güvenli duruyor. Biraz burada bekleyip yolu gözetleyelim.” dedi Ahmet ve binanın öbür tarafından uzanan yolu gösterdi. Yanlarında Ahmet’in kardeşi Oğuz ve diğer iki arkadaşları Merve ve Orhan vardı.
Binanın diğer tarafından geçen bir yol vardı. Bu toprak bir yoldu ama üzerinden, az da olsa, araç geçtiği anlaşılıyordu. Hepsi yola doğru bakarlarken binanın ön tarafında ayak sesi duydular. Döndüler. Bir doksan boylarında vücudunun duruşundan genç ve çevik olduğu anlaşılan ancak yüzünde olduğundan biraz daha yaşlı bir ifade taşıyan biri onlara sorgular gibi bakıyordu.
            Oğuz tam “Biz ..?” diye başlamıştı ki Adam “Buraya nasıl geldiniz?” diye sertçe onun sorusunu durdurdu. Bakışları direkt ve duruşu çok kararlıydı.
            “Biz düştük.” diye tamamlayabildi o da.
            “Anladım.” dedi kısaca.
            “Anladım.” demişti. Burada geçirdikleri kısa süre içinde kimse buraya nasıl düştüklerini bile anlayamamıştı ama adam “anlamıştı”.
            “Gelin!” dedi.
            “İçeriye girin. Benden de korkmayın.”
            Geniş  açıklıklarından içeri girdiler. İlke daha fazla dayanamadı ve içini ürperten bakışlara rağmen.
            “Neredeyiz? Siz kimsiniz?” diye sordu hızlıca. Adam bu soruya hiç şaşırmamıştı.
            “Adım Kağan. Şu anda benim ülkemdesiniz.” Son cümleyi söylerken içini çekti.
            “Daha fazlasını gerektiğinde öğreneceksiniz.”
            “Bu da ne demek oluyor?” diye atıldı Ahmet.
            “Neden buradayız? Hiç birimiz isteyerek gelmediğimize göre,” diğerleri de onayladılar.
            Adam bu sırada gayet sakin diğer pencereden binanın arkasındaki yola doğru bakıyordu. Yoldan gelecek bir şeyi bekliyordu sanki. Bu sırada Ahmet ona doğru yürümüştü. Kağan aniden ama oldukça sakin bir tavırla döndü. Karşı karşıyaydılar. Aralarında iki üç adım mesafe vardı. Göz göze geldiler. Ahmet daha fazla adım atamadı. Kağan’ın bakışları daha fazla ilerlemesine engel olmuştu.
            Kağan bu ülkenin varisiydi. Henüz ülkenin hükümdarı değildi çünkü babası hâlâ ülkenin başındaydı. Aslında zamanı çoktan gelmişti ama hükümdar olabilmek ve krallığın askerlerine hükmedebilmek için ülkeyi yöneten konseye bir eş takdim etmeli ve bir çocukları olduktan sonra eşini kurban etmeliydi. Annesi çok küçükken gözlerinin önünde öldürülmüştü. O bunu hâlâ kabul edememiş, yeterince büyüdükten sonra ona katılan birkaç süvariyle kaleden ayrılmıştı. Ancak babası yaşlanmasının yanında artık aklını da yitirmeye başlamış ve tutarsız kararlar vermeye başlamıştı. Belki de babasının aklının dengesini bozan da kendi eşine yapmak zorunda kaldığı şeydi.
Kağan ve ülkesindekiler aslında insan değillerdi. Evet o, Ahmet ve diğerlerine insan şeklinde görünmüştü ancak onun aslı bir Aslan’dı. Zaten bu ülkede normal bir insana görünen her şey göründüğünden daha farklı bir asla sahip olabilirdi.
Kağan’dan üç nesil önce yani dedesinin babası zamanında ülkeyi erkek ve dişi aslanlar birlikte yönetiyor ve her şey doğanın öngördüğü gibi devam ediyordu. Yalnız daha önce de dediğim gibi bunlar bizim bildiğimiz normal aslanlar değillerdi. İnsan şekline de girebilen ve bu özellikleriyle de komşu âlemleriyle iletişim kurabilen bir topluluktu.
İşte üç nesil önce bizim yaşadığımız dünyadaki kıskançlık ve sahip olma hırsı onlarla savaşa girdiler. Aslanlar’ı yenemediler. Ancak Aslanlar çok zarar gördüler. Sayıca zaten az olan bütün kraliyet dişileri ölmüş, ülkenin doğal ortamı bozulmuştu. Geriye kayalık kırmızı topraklar ve tozlu sarı bir hava kalmıştı.
Savaştan sonra iki dünya arasında bazı yeni anlaşmalar imzalanmıştı. Saldırıdan önce de olduğu gibi Aslanlar diğer dünyaya geçmeyecek, bunun karşılığında onların varlıkları da başka hiçbir ülke ile paylaşılmayacaktı. Bunun yanı sıra verilen zarara karşılık Aslanlar’ın beslenmelerine yardım edilecekti. Virane binanın arkasındaki yol o zamanlarda yiyecek desteğinin gelebilmesi için yapılmıştı. İnsanlar bu kurala uyuyorlar ama belki de bunu ne için yaptıklarını bilmiyorlardı; çünkü Aslanlar’ın ülkesindeki bir nesil insanların dünyasında üç nesle karşılık geliyordu ve Aslanlar da içeriye gelen görevlilere insan şeklinde görünüyorlardı. Belki de gelenler için burası çok fakir, virane bir kasabaydı.
Ahmet, İlke, Orhan, Oğuz ve Merve’nin bunlardan haberi yoktu. Ahmet Kağan’ın karşısında donmuştu sanki. Bu sırada yolda bir ses oldu.
“Eğer sağ kalmak istiyorsanız sessizce bekleyin.” dedi Kağan. Bu tehditkâr korumacı söze karşı gelemediler. Burada tanıdıkları tek kişi karşılarındaki bu adamdı ve onun neler yapabileceğini tahmin edemiyorlardı. Üç askeri jip binanın ön tarafında durdular. Gelenler de asker kıyafeti giymiş kişilerdi. Yol alt tarafta olduğu için Kağan aşağıya indi. Onlara getirdiklerini buraya bırakmalarını ve hemen dönmelerini söyledi. Daha başka bir şeyler de konuştular ama bunlar yukarıdan duyulmuyordu. Geri yukarı çıktı ve
“Birazdan askerlerim gelecek. Gördüklerinize şaşıracaksınız ama korkmayın. Sizi güvenli bir yere götürecekler. Burası birazdan güvenli olmayacak.” dedi.
Kağan dışarıdan gelenlerle kendi arasında babasından ve onun hükümetinden habersiz bir anlaşma yapmıştı. Getirilenlerin bir kısmını kendine alıyordu. Kendi süvarilerine karşı güvenini korumak zorundaydı. Süvarileri onun verdiği sözü artık tutmasını istiyorlardı. Artık krallığın başına geçmeli ve ülkeyi bir düzene sokmalıydı. Uzun zamandır beklediği fırsat ayağına gelmiş, içeriye her şeyden habersiz insanlar girmişti. Üstelik bunlardan ikisi de dişiydi. Ne yapması gerektiğini daha düşünmemişti. Şimdilik gelenlerin güvenliğini sağlaması iyi olurdu.
Bu sırada gökyüzünde iri cisimler belirmişti. Binaya doğru yaklaştıkça büyüyorlardı. Gelip binanın önüne kondular.
“Korkmayın, süvarilerim” dedi Kağan.
Korkmamak elde değildi. Bunlar bildiğimiz atlara binmiş askerler değillerdi. Bu iri hayvanların kalın siyah kürkleri, korkunç yüzleri vardı. Daha çok köpek cinsinden bir şeye benziyorlardı ama kedi kadar çevik hareketleri ve uçabilmelerini sağlayan kanatları vardı. Buraya da uçarak gelmişlerdi ya. Bunlar Uçan Köpek Süvariler’di. Hepsinin siyah kürkleri vardı, konuşabiliyorlardı ama dönüşemiyorlardı. Dönüşebilmek yani hem insan hem de hayvan şeklinde olabilmek sadece kraliyet Aslanlarına özgüydü.  
“Bu kişiler dışarıdan geldiler. Onları surlara götürün. Ben arkanızdan geleceğim.” diye emretti Kağan. Bizimkilere döndü.
“Korkmayın sırtlarına binin ve uzaklaşın” dedi.
Korkmuşlardı elbet. Ancak binanın öbür tarafından bir toz bulutu kalkmış üstlerine doğru geliyordu. Bunlar Kral’ın askerleriydi. İsyandan dolayı kralın askerleri ve Kağan’ın süvarileri arasında sürtüşme vardı. Kral ilerlemiş yaşına rağmen tahttan inmek istemiyor, isyan ettiği için de oğlunu yakalayıp öldürtmek istiyordu. Hâlbuki oğlu Aslanlar ülkesinin tek varisiydi. Eğer o da ölürse ülke dağlarda yaşayan Kurtlar’a kalabilirdi. Daha da kötüsü insanlar anlaşmayı bozup onlara tekrar saldırabilirlerdi. Ne var ki yaşlı Kral bunları düşünecek halde değildi. O zihninin içindeki hayallerle meşgulken idaresindeki askerler o ne derse onu yapıyorlardı.
“Korkmayın. Size zarar gelmeyecek.” derken İlke’ye yaklaşmıştı süvarilerden biri. Sırtına binebilmesi için önünde eğildi. İlke hayvanın sırtına bindi. Hayvanın sert, hafif nemli kıllarına tutundu. Diğerleri de öyle yaptılar.
Gençleri sırtına alan hayvanlar havalandı. Bu sırada bir iki tanesinin sırtına az önce gelen sandıkları yükledi Kağan ve onlar da kalktılar. Uçarak uzaklaşmaya başladılar. İlke hayvanın boynuna sarıldığı halde arkasına baktı. Aşağıda virane ve etrafı giderek küçülüyordu. Yalnız Kağan görünmüyordu. Onun yerine binanın önünde çok heybetli bir Aslan duruyordu. Binaya doğru yaklaşan toz bulutuna meydan okurcasına dik bir şekilde orada duruyordu. Daha fazla bakamadı İlke. Biraz daha korkmuştu. Gözlerini kapatıp yolculuğunun bitmesini bekledi.
 Bir süre sonra çok yüksek duvarların üstünden aşan kanatlı hayvanlar yere kondular. Grup da ayaklarının artık yere basıyor olmasından memnundu. Tabi buna memnuniyet denebilirse.
“Burası neresi? Nasıl bir yer?” diye sordu İlke sırtından indiği hayvana. Artık bulunduğu ortamın doğa üstü haline alışmaya başlamıştı. O tuhaf surat ona doğru baktı ve hiç bir şey söylemedi. Sanki az önce konuşabilen o değildi. Çevik hareketlerle uzaklaştı. İki tanesi arkalarında kıpırdamadan duruyordu. Gruba gözetmenlik etmek için kalmışlardı.
Beşi birden yere çöktü. Merve ağlamaya başlamıştı. Bu kadar korku sinirlerini bozmuştu. Ahmet ile İlke sırt sırta yaslanmış konuşmuyorlardı. Dört etrafta kalın duvarlar yükseliyordu. Başlarında bekleyen iki Uçan Köpek’in arkasında demir parmaklıklardan yapılmış kocaman bir kapı ve kapının üzerinden ve yanlarından penceresiz bir duvar yayılıyordu.
Aniden başlarında biri belirdi. Ahmet kafasını kaldırdı. Bu Kağan’dı. İlke hiç kıpırdamamış, yerdeki minik taşlara gözleri dalmış bakıyordu. Ahmet hızlıca ayağa kalktı. İncinmiş gururu onu sinirlendirmişti. Kağan ile burun burunaydılar. Kağan o sakin halinden hiç bir şey kaybetmemiş Ahmet’in gözlerinin içine bakıyordu. Ahmet sesinin titrememesine özen göstererek;
“Oraya üç tane araç ve bizim gibi normal insanlar gelmişti. Sense bizi susturup onlara bizden bahsetmeden gönderdin. Artık bir açıklama bekliyoruz.”
Alnından terler akmaya başlamıştı. Çok yorgun ve bitkin hissediyordu. Karşısında dikilen adam hiçbir şey yapmadan onun daha fazla ileri gitmesini engelleyebiliyor ama o burada bulunmalarının nedenini bile bilmiyordu.
“Öncelikle, size eğer sağ kalmak istiyorsanız sessiz durun dedikten sonra ne sizi kıpırdamamanız için bağladım ne de sesinizi çıkarmamanız için bir şey yaptım. Sessiz kalmak sizin tercihinizdi. Ayrıca emin ol ki o kişiler sizi görselerdi tehlikeye giren sadece benim ülkem olmazdı. Başka sorusu olan var mı?”
Halen ağlamakta olan Merve olduğu yerden.
“Lütfen bizi bırak” diyebildi.
Kağan buna karşılık vermedi. Kapıda bekleyen nöbetçilerine;
“Yabancıları içeri alın. Kızı ayrı bir yere koyun.” diye emretti.
Kapıdakilerin haricinde üç Uçan Köpek daha grubun etrafını sardı. Oturanlar kalktılar. Kağan İlke’nin kolunu tuttu.
“Siz benimle geleceksiniz.” dedi.
Kimse kafasını çevirip bakmadı. Ahmet de bakmadı. İlke’nin yüzündeki çaresizliği görmesini istemiyordu. Sessizce demir parmaklıklı kapıdan içeriye doğru ilerlediler.
İlke’nin içi ürperdi.
“Nereye?” diye sordu. Cevap alamadı.
Dik merdivenlerden yüksek surun üstüne çıktılar. Etrafta başka hiç canlı yoktu. Etrafa şöyle bir baktıktan sonra;
“Burada hiç güneş doğup batmaz mı?” diye sordu İlke. Hakikaten de buraya düştüklerinden beri havadaki ışık ne artmış ne de azalmıştı.
“Hayır” kadar kısa bir cevap verdi Kağan. İlke’ye bakıyordu. Bakışları yumuşamıştı. İlke ise bu yüksek yerden olanca görünen bu tuhaf yerin tozlu havasını soluyor, Kağan’a bakmamaya dikkat ederek etrafı izliyordu.
“Korkma. Adın var mı?”
“İlke. Adım İlke. Yani adı olmayan kimse yoktur herhalde.”
“Burada herkesin bir ismi yoktur. Sadece sıfatlar vardır.”
“Öyleyse sen bir çeşit yönetici misin?”
“Ben bu ülkenin varisiyim. Yani Kral’ın oğluyum.”
“Bize ne oldu? Neden buradayız?”
“Benim bile yerini bilmediğim bir geçitten buraya geldiniz. Geri dönüp dönemeyeceğinizi merak ediyorsan, dönemeyeceğinizi söylemek zorundayım.”
“Peki arkadaşlarım. Neden onları gönderdin?”
“Onlar için artık ben bir şey yapamam.”
Bu çok soğuk bir sözdü. Arkadaşları hakkında bir soru daha sormaya cesaret edemedi.
“Beni ne yapacaksın peki? Sen mi yiyeceksin?” deyiverdi. Sonra hemen sustu. Sinirleri bozulmuştu. Korkusu artmış kalbi daha hızlı çarpmaya başlamıştı.
“Hımm. Demek gördün.”
“Biz o hayvanların sırtına bindikten sonra arkama baktım ve sen orada değildin. Yerinde …”
“Bir Aslan vardı.”
“O”
“ Evet. O bendim. Dinle. Burası biz Aslanlar’ın ülkesidir. Şu anda yanında bir insan gibi görünüyor olmam da bir göz yanılgısı değil. Kraliyet ailesindeki herkes hem aslan hem de insan şekline girebilir. Halktan kişiler bizim gibi dönüşemezler. Askerlerimiz Kurtlar ve Uçan Köpekler’dir. Buradaki her canlı seninle senin dilinde konuşabilir.”
“Beni neden buraya çıkardın?”
“Konuşmak için.”
“Bak ailelerimiz bizi aramaya başlamıştır bile. Bu bir rüya olmadığına göre yani buraya gelebildiğimize göre geri dönebiliriz de. Lütfen hepimizi bırak. Biz buraya ait değiliz. Hem o araçlar gelebildiğine göre o yoldan gönderebilirsin bizi. Lütfen.”
“Siz artık kendi dünyanıza dönemezsiniz. Siz buradan o tarafa gitseniz bile ailelerinizi bir daha göremezsiniz. Anlayacağın arada anlaşmalar var. İki taraf da bunlara uymak zorunda. Uzatmayalım. Sana seni sarayıma götürmeyi teklif ediyorum. Eğer kabul edersen orada yaşayabilirsin. Eğer etmezsen diğer dişi arkadaşını götürmek zorunda kalacağım.”
İlk defa “Sarayım” demişti. Halkını, ülkesini ve yaradılışını kurtarmak için çok beklemişti. Bu insanlara acısa da onları Süvarilerine gösterdikten sonra geri gönderemezdi artık. Zaten kendisinin de dediği gibi istese de gönderemezdi ya. Erkekler taze besin, dişiler ise soyun devamı için şans demekti.
“Neden benim seçme şansım var da onun yok?”
“Çünkü sen ondan daha güçlüsün. Hala ağlamaya başlamadın ve artık yüzüme de bakabiliyorsun.”
“Diğerlerine ne olacak?”
“Erkeklere ne olacağına Süvarilerin Komutanı karar verecek. Dişi içinse daha erken.”
“Ne için erken?” diye soramadı. Burada kısılıp kalmışlardı ve karşı gelmek bu et yiyici hayvanlar tarafından parçalanmak demek oluyordu. Peki neden onu saraya götürmek istiyordu. Sormadı.
            “Hadi aşağı inelim.”
            Surdan aşağı indiler. Demir parmaklıklardan yapılmış kapıdan içeri girdiler. İçerisi çok loş olduğu için etraf tam seçilmiyordu. Uzunca bir koridoru geçtikten sonra bir kat merdiven çıktılar. Kağan büyükçe bir kapıyı açtı. İçeri girdiler. Burası bir kütüphaneydi. Bütün duvarlar raflarla kaplıydı ve tüm raflar kitaplarla doluydu. İlke bu kadar insani bir ortam gördüğüne çok şaşırmıştı. Konuşmadı, hiç bir şey sormadı, söylemedi de.
            “Ben dönene kadar burada kalabilirsin. Döndüğümde kararını söylersin” deyip çıktı.
            Hiçbir şeye dokunmadan ortadaki masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturdu. Başını kollarının arasına sakladı ve ağlamaya başladı.

….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder